28 Eylül 2010 Salı

Hüznü Defetmek Ya Da Onu Defnetmek

''Ya sen ne zaman görsem mutlusun, sıkıntınlarını hep içine mi atarsın?'' diye sordu güzel kız.
''Ben hüzünlerimden küçük çakıl taşları yapar onları komşunun camına atarım.'' dedi köyün delisi.
''Peki ya büyük kaya parçaları? Onlar cebine de sığmaz.''
''Onları da iple ayağıma bağlar, sonra bir uçurumun kenarından aşağı atarım.''

Peki ya biz ne yaparız hüzünlerimizi? Şayet imkanım olsa ben bir uzay mekiğinin kuyruğuna bağlayıp hepsini, buradan milyonlarca ışık hızı ötedeki yerlere göndermek isterdim. Sonra da geceleri gökyüzünü seyre dalar, ne zaman bir yıldız kaysa ''Oh bir hüznüm daha bitti, yitip gitti işte'' derdim. Belki o zaman kırmızı kar da yağardı.

Hüzünler küçükken kolumuzda, bacağımızda oluşan yaralara benzer, öldürmez ama acıtırlar. Ne zaman iyileşeceği de asla tam olarak bilinmez. Zira eğer kaşırsak ya da birilerinin koparmasına izin verirsek, çok bekleriz yara kabuk bağlayıp kapanacak diye. Peki ne yapmalı? Kimilerine göre yaralar mutlaka kapatılmalıdır, kimi de açık kalsa daha çabuk iyileşeceği fikrini savunur. Hüzünleri de bu şekilde bazı insanlar paylaşarak bazıları da kendi içine hapsedip yok etmeye çalışır.

Bana kalırsa ölümden başka her şeye çare bulunan şu hayatta, nasıl ki sevinçler paylaşılıyorsa hüzünler de paylaşılabilmeli. ''Akıl akıldan üstündür'' derler, dolayısıyla bizim için çok büyük görünen bir sorunun çözümü belki de etrafımızdaki birinde vardır. Önemli olan sorunun büyüklüğü değil, etrafımızda çözüm olabilecek doğru insanı bulabilmektir.

''Mezun oldum... Yeni bir işe başladım... Bir sevgilim var... Evleniyorum... Çok mutluyum hadi bunu kutlayalım!'' denilen anlarda pek çok insan olur etrafımızda. Peki ya ''Çok mutsuzum hadi dertleşelim'' demek çok mu zor? Bugün kaç kişiye gerçek anlamda içimizden geçenleri, riyasız tamamen anlatabiliyoruz? Bizi tutan şey nedir? Karşı tarafın vereceği tepki mi? Yoksa bizim kendimizi Kriptonlu olmasak bile Süpermen hissetme durumumuz mu? Yanıt muamma. Oysa ne güzel diyor Can Dündar:

Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
“Nereden çıktın bu vakitte” dememeli,
Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
Gözünün dilini bilmeli, dinlemeli, sormadan, söylemeden anlamalı...

Eğer bunu başarırsak zaten gerçek anlamda hüznü defnetmiş oluruz, zira onu susarak kendi başımıza defetmek kalıcı bir çözüm değil yalnızca bir erteleme ve kendimizi avutmadır. Her şeyin biz insanlar için olduğu şu hayatta sevinç, hüzün, aşk, dostluk vs ne varsa doyasıya yaşamalıyız ve yine tam da bu noktada Can Dündar' a kulak vermeliyiz:

Küçücük bir kâğıda yazdığımız
Kısa ama ümitvarî bir yazıyı
Yüreğe benzer bir taşa bağlayıp
Birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz.
"Bunu da aşacağız! Bir Dost"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder