31 Ağustos 2010 Salı

Jeux d' Enfants (Cesaretin Var mı Aşka?)

Küçük bir çocuğun sözcükleriyle: 'Asla oynamamak gereken bir oyun var ki; yani asla oynamamak gerekiyor. En iyi arkadaşınız teklif etse bile...' diye başlayan ve ilk sahnelerinden filmin sonuna kadar hem masum hem tehlikeli birçok oyuna şahit olduğumuz 2003 yapımı bir Fransız filmi.

Filmin aynı zamanda senaryosunu da yazan Belçikalı yazar ve animasyoncu Yann Samuell'in bu ilk yönetmenlik deneyiminde ona Guillaume Canet ve Marion Cotillard seyir zevki yüksek bir oyunculukla destek oluyorlar.

Filmin konusu aslında sinemada sıkça başvurulan bir tema: Aşk. Lakin bu filmi diğerlerinden farklı yapan o kadar çok öğe var ki! Kurgu, sahne seçimi, oyuncular ve elbette müthiş senaryo...

Haylaz olmakla birlikte göçmen fakir bir aileden geldiği için çevresi tarafından pek hoş karşılanmayan Sophie ve kanser yüzünden küçük yaşta anne şefkatinden mahrum kalan Julien'in tesadüfle başlayan ve yıllarca sürecek olan arkadaşlığıdır filmin konusu. Bu ikili, Julien'e annesi tarafından hediye edilen bir kutu eşliğinde oyuna ve de filme başlarlar, oyunun kuralı basittir: her defasında 'Cap ou pas cap?' (Var mısın yok musun?) sorusuna cevap vermek. En başta oynadıkları oyun her çocuğun yaptığı masum cesaret gösterileridir; öğretmene karşı gelmek, evden kaçmak, masa altında saklanmak gibi...Lakin zamanla hem oyunlarında hem de arkadaşlıktan aşka dönüşen ilişkilerinde daha fazla cesaret göstermeleri gerekmektedir. Zaman zaman aşktaki tutku unsurunu biraz fazla kaçırmış olan bu filmin son sahnesi var ki adeta bünyede beton etkisi yaratmakta, izlerken kendinizi ayakları çimentoya batırılıp denize fırlatılmış gibi hissetmektesiniz.

Tüm zamanların en iyi aşk şarkılarından biri olarak anılan Edith Piaf' ın La Vie en Rose şarkısının Louis Armstrong tarafından seslendirilen İngilizce versiyonuna da bu filmde rastlanmaktadır ve şarkı filmdeki aşkın zamanın ötesine geçebilmesine büyük katkı sağlamıştır.

Son olarak şu an aşık olacak kadar cesur olamayanlara şiddetle tavsiye edilir!

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Eğitim Şart

Ulusal medyada ne yazık ki eğitimle ilgilenen ve eğitimle ilgili yazılar yazan gazeteci sayısı az. Hatta "Düşünün bakalım, aklınıza kim geliyor?" desem hepiniz aynı ismi söylersiniz. Kendisi artık eğitim işinde uzman olarak görülüyor. "Tek" olduğu için, eğitimle ilgili yeni bir gelişme olduğunda ilk olarak onun sitesine bakılıyor, onun dedikleri kaale alınıyor. Bu gazetecimiz, aynı zamanda gençlerle ilgili, onlara söz hakkı verilen bir televizyon programı da yapıyor. Bu da sevilme oranını artırıyor haliyle.

Efendim, bu yaz bildiğiniz gibi sınav takvimi ve süreci çok çalkantılı ilerliyor. Ygs ve Sbs sonuçlarına tepkiler yağdı. Yerleştirmeler çok eleştirildi. Kpss ise malumunuz. Hala daha kopya iddiaları geçerliliğini koruyor. Atamalar yapılsa bile ne olacağı belli değil. Ösym, şu ana kadar Türkiye'nin en güvenilir kurumlarından birisi olmasına rağmen bu yaz maalesef bu güvenilirliğini kaybetti. Medya, Ösym'ye ve Ünal Yarımağan'a çok yüklendi. Hatta Ünal Yarımağan, olaylar durulunca istifa edeceğini bile açıkladı. Böyle bir ortamda malum yazarımız da her gün hükümeti, Ösym'yi, Meb'i, Yök'ü eleştiren yazılar yazdı. Bazen kendisiyle çelişti. Önce "Kpss iptal olsun" diye bas bas bağırırken, kendisine gelen maillerden sonra geri adım attı ve "Orta yol bulunmalı" dedi. Özellikle Kpss sürecinde yeni gelişmeleri bazen ilk onun sayfasından okumama rağmen, her gün "kopyala-yapıştır" eleştiri yazılarını okumaktan bıktım. Yine de iyi niyetinden şüphe etmedim. Herkesin "baktığı" bu ülkede belli ki iyi bir şeyler yapmaya çalışıyordu.

Lakin, önceki gün Meb, kendisine gelen eleştirilere yanıt verdi ve bir basın açıklaması yayınladı. Maalesef, bu yazarımızın "yanlış" bilgilerle velileri ve öğrencileri yanlış düşüncelere sevk ettiği yazıyor. Umuyorum malum yazarımız, bu basın açıklamasını köşesinde vererek bir cevap yazar ya da özür diler. Yoksa tüm yaz boyunca eleştirdiği kurumların durumuna kendisi düşecek.
Not: Basın açıklaması dün yayınlanmasına rağmen yazarımızdan daha bir açıklama gelmedi.

Buyrun basın açıklaması:
T.C
Milli Eğitim Bakanlığı
Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü

Basın Açıklaması

27.08.2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “SBS’de yedek liste skandalı” başlıklı haberle ilgili olarak aşağıdaki açıklamanın yapılması gereği duyulmuştur;

Milliyet Gazetesi yazarı Abbas Güçlü ‘Diyalog’ adlı köşesinde özetle Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Fen ve Anadolu Liselerine yapılan kayıt kabul işlemlerinde hatalı uygulama yaptığını, kontenjan açıklarının tartışmalı nakillerle doldurulacağını ima etmektedir. Ancak okullara ait kontenjan bilgileri ve yazarın köşesine yansıttığı veriler hiçbir şekilde doğruyu yansıtmamaktadır. Öğrenci ve velileri, yanlış bilgilerle endişeye sürükleyen söz konusu yazıyla ilgili olarak aşağıdaki bilgileri sunmaktayız.

1- Yedek kayıt dönemi için yazar İstanbul Erkek Lisesi’nin (İstanbul Lisesi) toplam 110 kontenjanının olduğunu belirtmektedir. Ancak, Bakanlığımızın daha önceden de ilan ettiği üzere bu sayı 180’dir.

2- Yine aynı lise için 1. ve 2. Kayıt döneminde 110 kontenjana karşın 163 kaydın yapıldığı ifade edilmektedir. Oysa ki 1. Kayıt döneminde bu okula 173 öğrenci kayıt yaptırmıştır. Ayrıca boş kalan kontenjanlar için kılavuzda belirtildiği gibi kayıt yapılmıştır. Buna göre; 7 öğrenci asil, boş kontenjan sayısının yüzde elli fazlasıyla 18 öğrenci yedek olmak üzere toplam 25 kişilik yerleştirme yapılmıştır.
Dolayısıyla okulla ilgili yazarın belirttiği “110 kontenjan sayısı, 163 kayıt, 17 boş kontenjan ve olması gereken 26” gibi rakamlarının tamamı hayal mahsulüdür.

3- Aynı şekilde toplam kontenjanı 240 olan Kadıköy Anadolu Lisesi’ne 1. kayıt döneminde 215 öğrenci kayıt yaptırmış olup, boş kalan 25 kontenjana, 25 asil, 38 yedek öğrenci yerleştirilmiştir. Burada da yazarın belirttiği 187 kayıt, 53 boş kontenjan 80 kişilik yedek liste rakamları gerçeği yansıtmaktan çok uzaktır.

4- Yine aynı yazıda örnek verilen, Habire Yahşi Anadolu Lisesi’nin 270 kontenjanına karşılık, 1. yerleştirme sonucunda kayıt sayısı 230’dur. Bu nedenle, yazarın, nereden aldığı belli olmayan, 258 kayıt kurgusu üzerine oluşturduğu senaryo tamamen gerçek dışıdır. Okula kaydını yaptırmayan öğrencilerden doğan 40 boş kontenjana karşılık, kılavuz uygun olarak 40 asil, 60 yedek öğrenci yerleştirilmiştir. Bu okulda boş kontenjan sayısı okulun toplam kontenjanının yüzde onundan düşük olmadığı için yazarın belirttiği sayıda yerleştirme yapılması mümkün değildir.

5- Yeşilköy Anadolu Lisesi’nde ise, 90 kontenjana karşılık, 1. yerleştirme döneminde 77 öğrenci kayıt yaptırmış, 13 boş kontenjan için 13 asil, 20 yedek öğrenci belirlenmiştir. Bu okulla ilgili 10 boş kontenjan ve 15 yedek kayıt sonucuna nasıl ulaşıldığı da anlaşılamamıştır.

6- Yazarın sıkça işlediği Galatasaray Lisesi’nin kontenjan sayısı ise 100 olup, 1.yerleştirme döneminde 91 öğrencinin kayıt yaptırmasıyla 9 kontenjan boş kalmıştır. Bakanlığımız, 9 boş kontenjana karşılık 9 asil, 14 yedek, toplam 23 öğrenciyi bu boş kontenjanlar için kayıt sırasına almıştır.

Bugüne kadar yazdığı yazılar ve kullandığı başlıklarla veli ve öğrencilerimizi yanlış yönlendiren yazarın “MEB tarafından kuralların çiğnendiği, nakillerin şaibeli olduğu/olacağı” türünden ithamları hukuki açıdan değerlendirmeye açıktır.

Bakanlığımız her konuda olduğu gibi, Ortaöğretim Kurumlarına Geçiş Sisteminde de, öğrencilerimizin haklarının en üst düzeyde korunması ve adil bir yerleştirme yapılması hususunda gerekli duyarlılığı göstermektedir.

Bu çerçevede, veli ve öğrencilerimizin bu türden maksatlı haberlere itibar etmemelerini rica ederiz.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur."

Yazımızı konuyla alakalı bir hadisle bitirelim:
Kim bir din kardeşini (gizli işlediği veya tevbe etmiş olduğu) bir günah sebebi ile suçlarsa, o günahı işlemedikçe o kimse ölmez.

29 Ağustos 2010 Pazar

İlk aşkın romanı: Cemile


     Cemile, II. Dünya Savaşı sırasında Orta Asya’da yaşanan dramın 15 yaşındaki bir çift gözün penceresinden aktarılması olarak da tarif edilebilir. Savaşın getirdiği zorluklarla karşılaşan Seyit, daha küçük yaşında büyük adamların yaptığı işleri yüklenmek zorunda kalacaktır. Çünkü köyün ‘cigitleri’ ve büyükleri savaşa gitmiştir.

     Bu dönemde Seyit, ‘Küçük Ev’deki ‘yenge’ diye hitap ettiği Cemile’ye karşı anlamlandıramadığı bir duygu beslemeye başlar. Bu duygunun adını hikâyenin sonunda koyacaktır. Aşkın sınırsızlığı onu da vuracaktır.

***

“Bu aşk bir bahr-ı ummandır, ona hadd ü kenar olmaz”
     Seyit’in aşkı cismani bir aşk değildir. Onunki ‘aşkın’ olanı yakalamış bir duygudur. Bunu Semiha Ayverdi’nin romanlarında da sıkça görmek mümkündür. Çünkü Semiha Ayverdi romanlarında da kişiler içinde yaşadıkları aşkla olgunlaşırlar. Sevdiğine kavuşamama veya zorluklarla karşılaşma kişilere bir olgunluk kazandırır. Böylece artık metafizik olana hazır hale gelirler. Cengiz Aytmatov’un Cemile’sinde bu iki karakteri de birlikte görmek mümkündür.

     Aşkın yüceliğini tanımak roman kahramanlarını ölümsüzleştirir. Onu keşfetmek varlığın anlamını keşfetme yeteneği ve tabiattaki varlıklara karşı büyük bir sezgi gücü verir. Bu nedenle hayata karşı daha dik, sızdırmadan yoluna devam eder. Hiçbir şey onu korkutamadığı için de ondaki cesareti görenler kendi dünyaları içinde bunu ancak delilikle açıklayabilirler. Erdem Beyazıt’ın “Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” ifadesi gerçekten de değerini bulur.
***

Sürüp gelen bir aşk…
      Danyar, hiç kimsesi kalmamış bir halde savaştan yaralı olarak döndüğünde ana toprağı olan köyünde de kendini tanıyan kalmayacaktır. Artık burada Cemile ve Seyit’le birlikte savaşa gidenler için yiyecek taşıyacaktır. Bu yolculuklar üçü için de yeniliklerle doludur. Aslında Seyit ve Danyar Cemile’ye âşıktırlar.
Seyit ve Danyar’ın aşklarında kadere olan bağlılık hemen kendini gösterir. Bazı şeylerin kendi ellerinde olmadığını bilen âşıklar kendilerini Yüce Kudret’e teslim ederler. İşte bu yüzden de sırlarına hep sadık kalırlar. Onlar için aşktan dem vurmak sırrı ifşa etmektir, sırrın ifşası ise çoğu zaman gerçek gelişimin durma noktasıdır. Aşkına olan güvenleri onları suskunluğa iter. Bu suskunluk hali onlara görmediklerini gördürür, duymadıklarını duyurur. Böyle bir haldeyken belki yıllar geçer ama her geçen gün ötelerden müjdelerle doludur onlar için. Sabrın pişirdiği bu zihinler büyük bir olgunluk kazanmıştır. Sabırla geçen her gün büyük bir baharı fısıldayıp durmuştur. Geçen her gün kendi içlerinde bir derinlik kazandırır. İçindeki seylâplara rağmen direnme onların hayata olan dirençlerini artırır.
***

Susmak…
     Beklemesini bilen bir ruh, yere düşen bir tohumun yeşerme zamanı geldiğinde onu hiç kimsenin durduramayacağını bilir. Ağaç yeşillenip dal budak saldıktan sonra artık engin bir fikir ortaya çıkar. Nitekim romanda köye sonradan yaralı bir asker olarak gelen Danyar’ın aşkı da en sonunda neticesini vermiştir. Köylü onu meczup biri olarak görürken aslında içinde yanan kıvılcım ve hafakanları sezememiştir. Onun içindeki derinliği anlayan ancak aşkı sezmiş bir ruha sahip olan Seyit’tir.

     Seyit ve Danyar ve Cemile’nin hali herkesten farklıdır. Sızdırmadan, dimdik ayakta duran ve yıllarca kendi içlerinde kor haline gelen bir ruha sahip olmuşlardır aşklarının nihayetinde. Her haliyle hayret uyandıran ve kalabalıklar arasında hemen fark edilen yüce bir görünüş kazanmışlardır.

     Kalabalıkların dünyaya dair söyledikleri artık Seyit’i ilgilendirmez. Kendi aşkınlığı içindeki yüksek tepelerin lezzetini duymak onu dünyaya bağlılıktan kurtarmıştır. Özgürlük adına savaştıklarını zannedenler aşkın’lığı duyumsayabilselerdi ne kadar boş uğraş verdiklerinin farkına varırlardı. Bu özgürlük bir müddet sonra yeryüzündeki her kişi ve olaya karşı iyi bir duyguyla yaklaşmayı beraberinde getirir. Artık dünya üzerindeki hiçbir şey onu üzemez. Çünkü bir şeylerin bizi üzebilmesi için ondan beklentimizin olması gerekir. Beklentisiz olanın ise böyle bir düşüncesi yoktur. Seyit, ancak bu özgür ruhu kazandıktan sonra köyünü terk ederek okuyup ressam olmak için yollara düşebilmiştir.

     Aşk insana yıllarca tecrübe edemeyeceklerini yaşama fırsatı verir. Normal zamanda belki bir ömür alacak bir gelişme aşkta birkaç yılda tamamlanır. Aşka kapalı kalma birçok zenginliğin üstünü örter.
Seyit, yıllarca resim çizmek için uğraşırken, ancak aşkın lezzetini hissettikten sonra kopya resimler yapmayı bırakıp orjinal resimlere başlayabilmiştir. Bir hali anlatmak elbette mümkün değildir, kitaplarda anlatılanlar, bunca yazılan kelimeler, çizilen resimler sadece hal’in dışa yansıyanı kadardır. Seyit’in resimleri de bu yansımalardan bir ışıktır sadece. Bunu o da çok iyi biliyordur.

 Cemile, Cengiz Aytmatov, Elips Kitap, 76 Sayfa

Nora'ya...







Biliyorum…
Derinlerden yansıyan
Bir gariplik var üstümde
Ne desem…
Ağlayış, gülüş; sevinç, keder…
Hem gülüyor hem ağlıyorum
Aynı ân’a ikisini de sığdırıyorum

Diyorum ki kalbini dinle!

Hep ölümler ilham oldu bana
Dertten uzak kalmak ölüm gibi geldi
Dertliyken de hüzünlüyüm
Dertten yoksunken de

Biliyorum;
Fazlalıkları yaşıyorum bu hayatta
Uzatmaları oynuyorum
Bütün deliliklerim bundan
Biliyorum…

Sorun şu ki;
Gecesinde derin olmak
Gündüzünde sığ görünmek istiyorum
Her şeyi sığdırmaya çalışıyorum bir ân’a
‘Koşanlar ve konuşanlar’
Ben koşmak istiyorum
Ama…
Yeri geldiğinde konuşabilmek de…

Bilmemek dert
Bilmek daha da büyük bir dert oluyor içimde

İstiyorum…
Hem seyretmek, hem oynamak…
Önce koşmak, sonra konuşabilmek(?)…

Arıyorum…
Taze bir ses, beliğ bir nefes…

27 Ağustos 2010 Cuma

Büyüyün Biraz!

Mertlik silahla değil, sanal alemle bozuldu bence. Malumunuz günümüzde özel hayat kalmadı. Artık insanlar ne yapsa, nereye gitse, ne düşünse anında msn, facebook, twitter gibi sanal alemde hemen yazıyorlar. Böylece insanların neler düşündüğü, nasıl birileri olduğu açıkça ortaya çıkıyor. İnsanların böyle bir ortamda kendini saklayabilmesi müthiş bir başarı addediliyor. Peki ben neler görüyorum bu sanal alemde?

- gereksiz dünya
- hayat niye böyle
- hep karanlık
- her şey üst üste geliyor
- insanlar lüzumsuz

Bu ve benzeri sözler size de tanıdık geliyor değil mi? Evet bu yazıları yazanlar benim de arkadaşlarım. Yazının yazıldığı an itibariyle 22 yaşındayım. Benim gözlemlediğim insanların yaşları da doğal olarak bu civarda -yani ergenliğini tamamlamış insanlar-. Bazıları üniversiteyi bitirmiş, 1 hafta sonra öğretmen olacak, bazıları son sınıfta, bazıları da işe başladı. Peki bunlar ne yaşıyor da bu kadar karamsar ve isyankarlar?

Şikayet etmeye o kadar meyilli olduk ki artık neler yazdığımızın, neler dediğimizin farkında olamıyoruz. Allah'tan uzaklaştıkça şikayet ediyoruz. Şükretmeyi unutur olduk. Bir kısmımız da usuleten şükrediyor. Kuru ağızla yani. Şunu her zaman unutuyoruz. İnsan, önce kendinden sorumlu. Bir reşit olarak kendi seçimlerimizi kendimiz yapıyoruz. Seçimlerimizin sonuçlarına da katlanmak zorundayız. Bazen seçim bize kalmayabilir. Bu tür durumlarda “kaderine razı olmak” durumunda kalır insan. Hz.Peygamberimiz(sav)'in de dediği gibi: "Ayağına batan dikenin verdiği acı da dahil olmak üzere müslümanın başına gelen her türlü yorgunluk, tasa, keder ve üzüntüyü, Allah müminin hatalarını mağfiret etmeye vesile kılar." Şunu da unutmamak gerekir: Her olayın bir öncesi vardır. Dolayısıyla her seçimden de önce başka bir seçim. Bunların hepsi birbiriyle alakalıdır. “Bizim elimizde olmayan olaylar” hariç başımıza gelen her olay, bizim seçimlerimiz sonucunda olmuştur. Sen yere bir dal parçası atarsan, gün gelir o dal ayağına takılır, düşersin. İşin kötüsü o dalı kendi attığının farkında olmazsın. Bir arkadaşınızla kavga ettiğinizi düşünün. Bunun sebebi de aslında sizsiniz. Çünkü o kişiyi de arkadaş olarak siz seçtiniz. Seçerken nelere dikkat ettiniz peki? Hem zaten tüm anlaşmazlıkların altında ne yatar? "Ben biliyorum" düşüncesi. Sevmediğiniz bir insanı düşünün. Sizin gibi düşünmediği için sevmezsiniz. Tartıştığınız kişiyle de sizin gibi düşünmediği için tartışırsınız.

Kur'an-ı Hakim'de Şura suresinin 30. ayetinde şöyle geçer: "Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir." Hz.Mevlana, gönlünde ne zaman bir huzursuzluk hissetse kendi günahlarından bilir ve hemen Rabbine tövbe edermiş. Ama insanlar bu ayeti hep unutuyorlar ve suçu dünyaya ve -haşa- Allah'a atıyorlar. Kuran'da birçok ayette geçer sabrın önemi. Cenab-ı Hak buyurur ki: "Sabredenleri müjdele."

Arabası çalınan adamın misali verilir. Arabasının çalınması adam için hayırlıdır. Lakin eğer adam, Rabbimizin razı olmayacağı şeyler söylerse o hayırlı olan olay, onun için artık hayırlı olmaktan çıkar. Talak Suresi 62. ayette de denir ki: "Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar; onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır." Demek ki, her şey bizim ağzımızdan çıkan kelimelere bakıyor. Biz "söz"ü nasıl kullanıyoruz? Onunla dua mı ediyoruz yoksa isyan mı ediyoruz farkında olmadan? Şükrediyor muyuz yoksa nimet geldiği anda geçici şeylere mi sarılıyoruz hemen?

Ağlıyor muyuz, evet. Ama geçici şeyler için ağlıyoruz. Ağladıkça da -mum misali- canımız daha da yanıyor. Susuzluğumuzu tuzlu suyla gidermeye çalışıyoruz. Gözyaşlarımızı -olması gerektiği yerde- tövbe ederken akıttık mı peki? İçinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayını değerlendirdik mi? Rabbimize yakınlaştık mı? Bunları yapmadan gönül ferahlığına kavuşabilir miyiz? Farkında değiliz ama perdeyi kapatıyoruz biz. Daha sonra da "Güneş niye yok" diye yaygarayı basıyoruz. Cenab-ı Hakk buyurur ki: "Ben bir kulumu ağlatırsam, merhametim kabarır coşar, o ağlayan kulum nimetime erişir. Ben bir kuluma isteyeceği bir şeyi vermeyecek isem o isteği ona vermem. O isteği onun hatırına ve gönlüne getirmem; fakat bir kulumu da sıkıntıya düşürür, daraltırsam onun gönlünü açar, onu ferahlandırırım. Merhametim, acımam o hoş ağlayışlara bağlıdır. Bir kulum ağlayacak olursa, rahmet denizim dalgalanır, coşar, köpürür.

Ergen triplerini bırakıp doğru yolda yürümemiz lazım. Allah nasip eder de 40 yaşına gelirsek şu an bu yazılanlara gülüp geçeriz. Ha, eğer hala aynıysak -korkarım- durum hiç de iç açıcı değildir. Rabbimin gazabından bol olan rahmeti üzerimize olsun...

Kaza ve kader, yüz kere canına kastetse, yine sana can verecek, derman edecek odur. Şu kaza, yüz kere yolunu vursa, yine senin çadırını gökyüzünün yücesine kurar. Kazanın seni korkutmasını kerem eseri bil... Çünkü bu korkutma, seni emniyet meleğine götürmek içindir.
Mevlana / Mesnevi (cilt: I beyit: 1259)

Ânsızın













Neden ağlar ki bir insan
Gülmenin doruğundayken, ansızın?

Nedir adı, her ân değişen
Üzerime sinmiş bu garipliğin?

Bütün bu telâş niye
Fazlalıkları yaşarmış gibi?

Her şeyi sığdırmayı bir âna
Niçin ister ki insan?

Sorabilir miyim derdime
Hem varlığı hem de yokluğuyla neden hüzünlendirir?

Nasıl istemez ki bir insan
Bütün ihtişamıyla yaşamayı, sadeliği?

Ve gidersen bir gün, nedir kalan
Varlığın mıdır, yoksa hiçliğin mi?

Doğru mu üzerindeki elbisenin
Çamurdan işleme bir kumaştan olduğu?

Çünkü Tanrı Sevgi’dir…

     Tolstoy ‘Savaş ve Barış’, ‘Şeytan’, ‘Ivan İlyiç’in ölümü’, ‘Anna Karenina’ ve diğer birçok eserinde olduğu gibi ‘İnsan ne ile yaşar’ adlı öyküsünde de hayatın amacını, varoluş gerçeğini ve mücadele gücünün kaynağını irdeliyor. Yazarın, uzun seyahatler sonucu elde ettiği birikimle tabiatı ve insanı sorgulayan tavrı ölüm meleği Mihail’in insanlar arasına karışmasıyla yeniden hayat buluyor.

      Adından da anlaşılacağı üzere ‘İnsan ne ile yaşar’ hayatın manevi dinamikleri üzerinde duruyor. Mücadele gücünün kaynağının Yaratıcı’ya olan inançtan geldiğini anlatan yazar, belli bir dönem aldığı hukuk eğitiminin de etkisiyle olsa gerek vicdan, adalet, suç ve acıma gibi kavramlara sıkça değiniyor. Yaşadığı dönem itibariyle Çarlık Rusya’sındaki iç çöküşlerinden oldukça rahatsızlık duyan Tolstoy, insanların içindeki ‘sevgi’yi ateşleme gayretindedir. İnsanlardaki sevginin Tanrı’dan geldiğine inanan Tolstoy, hikayenin sonunda bu görüşünü şu şekilde ifade eder: “Kim sevgi içindeyse, Tanrı da içindedir, çünkü Tanrı, sevgidir.”. Bir anlamda inançsızlığa karşı da bir savaş açan Tolstoy bu eserinde, insanlara hayata tutunmak için gereken manevi dinamiği sunuyor.

      Kısacık ve akıcı üslubuyla gencinden yaşlısına herkesin ilgisini çeken bu eser insanların içlerinde kaybolmaya başlayan hayat ışığını yeniden canlandırıyor. Hikaye, biçimiyle her zaman kalıcılığını koruyabilecek konulardan besleniyor. Zaman geçse de insanların aslında hiç değişmediğini, her geçen gün daha da yozlaşan dünyada sevgiden yoksun yaşanamayacağını bir kez daha hatırlatıyor. Bu yönüyle dini öğretilerdeki hikayelerle de benzerlik gösteriyor.

      Eserlerinde her zaman hayatı, yaşamın anlamını, bu dünyanın ne olduğunu sorgulayan; içimizdeki ve çevremizdeki kötülüklere karşı baş kaldıran yazar, bu eserinde de kainattaki olayları sorgulamaktan geri durmuyor. Eserde her insanın yapabileceği gibi hayatta karşılaşılan zorlukları ve kötülükleri sorgulayan yazar, sonunda her şeyin aslında bir sebebinin olduğunu anlıyor. Hiçbir şeyin başıboş kalmadığını gösteren eser bu yönüyle her şeyden şikayet eder hale gelen çağımız insanı için büyük bir gerçeği hatırlatıyor.

      ‘İnsan Ne İle Yaşar’ değindiği metafizik gerçekler, olağanüstü güçler ve mesajıyla daha çok dini öğretileri andırıyor. Ancak bu öğreticilik hiçbir zaman kafaya sokma veya dikta etme şeklinde gerçekleşmiyor. Sanat eserinin en önemli özelliklerinden biri de bu olsa gerek; didaktik bir kurgudan oldukça uzak ama hayatın ‘gerçek’ine dair onca şey söyleyebilmek.

      On iki bölümden oluşan bu kısa öykü hayatı sorgulamayı seven, gerçek’lerle kuşanmak isteyen ve en önemlisi de içinde ‘sevgi’ barındıran her insanın müthiş haz alarak okuyacabileceği bir eser. Hayata sadece kendi penceresinden bakmak isteyen, her şeyi eleştirmekten zevk alan ve bundan vazgeçmek istemeyenlere asla tavsiye edilmez.

      Bu eseri okurken, bunlar yaşanmadan yazılamazdı demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zaten Tolstoy’un sanata yaklaşımı da bundan farklı değil: “Sanat bir duyguyu yaşayan insanın, o duyguyu bilerek ve isteyerek başkalarına aktarma olayıdır.”. Öyle anlaşılıyor ki, Tolstoy’un eserlerini diğerlerinden ayıran ve ölümsüz kılan da bu yaklaşım tarzı. Tolstoy’un Tanrı’nın meleğiyle buluşturduğu bu hikayesi de yaşadığı duyguların bir parçası sadece…
İnsan Ne İle Yaşar, Lev N. Tolstoy, Şule Yayınları, 126 Sayfa

Büyüdüm Artık!

Büyüdüm artık!
Güneşi gördüm diye sevinmiyorum eskisi gibi,
Yağmur yağdı diye de hüzünlenmiyorum...

Özlüyorum
Çocukluğumun acımasız çakıl taşlarını,
ve
Annemi kızdıran her bir çim lekesini...

Büyüdüm artık!
Çünkü eskisi gibi tat vermiyor
Bir şeyin peşinden koşturmak
Kovalamıyorum da hiçbir şeyi zaten...

İçimde özlemim :
Nefes arası vermeden çıkıp indiğim merdivenler
ve
Her birimizin eve gel çağrısı, baba baskısı,
Akşam ezanları...

Büyüdüm artık!
Aklıma bile gelmiyor, ilk aklıma gelenler
Bir misketin peşinden de yuvarlanmıyorum
Misketim bile yok ki zaten

Bazen özlüyorum :
İşlenen masum bir suçun, yeşeren korkusunu
Şimdi yalanlarım bile o kadar gerçek ki
Söylenecek yalanım da yok zaten...

Nefessiz bir koşuşturma telaşı içerisinde
Büyüyerek, yaşlandığımız o küçük bahçede
Mezar olana kadar, sürer bu mücadele...

26 Ağustos 2010 Perşembe

Sıfatlar Çağı

Amerika'da yapılan bir ankette, iş değiştirme ve evlenme gibi kritik kararların önemli bir kısmının banyoda alındığı ile ilgili bir yazı yazacaktım ki Okan’ın meslek hayatına başlama arifesinde yaşadığı değişime dair yazısını okuyunca, bu konu üzerine de bir kaç kelam edeyim istedim.

Zira bahsettiği gibi insanların sıfatlarıyla değerlendirilmesi ve ona göre insanların nazarında kıymet görmesi durumu aslında uzun uzadıya ele alınacak ve üzerinde kalem oynatmaya oldukça değer bir konu. Çünkü hayatımızda muhatabımızın değerini maalesef sahip olduğu unvanı, pozisyonu, serveti belirliyor. Burada Nasrettin Hoca'nın "ye kürküm ye" hikâyesini hatırlamadan geçmek olmaz.

Kişilerin mesleği, unvanları, servetleri haddizatında tek başına bir değer ifade etmemeli aslında; zira bütün bu saydığımız sıfatlar ait olduğu insanın kemale ulaştığının bir göstergesi olmadığı gibi onu diğer kişilerden tek başına ayırmaya yetmemeli. Ama heyhat!

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki insanlar karşısındakine sadece insan olduğu için kıymet vermeyi çoktan unutmuş. Gelsin sıfatlar, gitsin sıfatlar... Aslında yaşadığımız çağı her ne kadar uzay çağı veyahut teknoloji çağı olarak adlandırsak da yaşadığımız çağ bana göre sıfatlar çağının ta kendisidir.

Herkesin bir sıfata sahip olduğu ya da sıfat sahibi olmak için hiç durmadan gayret gösterip kendince bir değer sahibi olmaya çalıştığı bir çağ bu. Hatta geldiğimiz nokta o kadar üzücü ve düşündürücü bir hal aldı ki neredeyse insanlar, birbirine "Benim sıfatım senin sıfatını döver" diyecek.

Değişim

"Gregor Samsa, bir sabah sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini dev bir böceğe dönüşmüş buldu."

Franz Kafka'nın ünlü romanı "Dönüşüm" yukarıdaki cümleyle başlar. Edebiyat tarihinin en etkileyici giriş cümlelerinden biri olarak kabul edilir. Romanda kahramanımız Samsa, anlamadığı şekilde bir böceğe dönüşür ve ailesinin kendisine olan bakışı ve hayatı birdenbire değişir. Peki, bunun benim hayatımla ne ilgisi var? Aslında bu konuya 3 gün önce yazdığım "Yeni Roller"de değinmiştim ama dün yaşadığım bir olay, tekrar yazmama sebebiyet verdi.

Malumunuz öğretmen atama başvuruları devam ediyor. Dün de İl Milli Eğitim Müdürlüğüne başvurmaya gittim. Oradaki orta yaşlı memure hanımın başvurumu onaylarken yaptığı bir el hareketi yüzünden belgelerimden birisi yere düştü. "Ay çocuğum kağıt düştü" dedi. Şaşırdım. Çocukluktan çıktığımı sanıyordum oysa. En azından bir fakülte bitirecek kadar bu hayatta yaşamışlığım vardı.
"1 hafta sonra görüşürüz" diyecektim ama tabi ki de demedim. "Acaba o zaman da 'çocuğum' diyebilecek misiniz?" Hayır, yanlış anlaşılmasın, oradaki teyzeyle -teyze diyerek öcümü alıyorum hatta nine mi desem- bir problemim yok. Eminim kötü bir niyetle de söylemedi. Çocuğu gibi gördü belki gerçekten de! Benim takıldığım nokta ise farklı!

Bir hafta sonra Allah nasip ederse öğretmen olarak atanacağım. Öğretmen olarak atandıktan sonra o teyzenin bana bir devlet dairesinde "çocuğum" olarak hitap edeceğini zannetmiyorum. Peki bir haftada ne değişti? "Dönüşüm"de olduğu gibi bir haftada ne olacak da ben "çocuk"luktan "Okan Bey"e dönüşeceğim? Olay sadece bir "iş" mi, bir "mevki" sahibi olmak mı? Takım elbise mi beni adam ediyor? Gelip geçici olan bu tür şeylere niye bu kadar önemli şeyler yüklüyoruz? Niye insanları mevki sahibi olup olmamakla değerlendiriyoruz da yüce Rabbimizin yaptığı gibi "işimize" göre değil de "içimize" göre sıfatlar koymuyoruz?

Kusura bakmayın hiç. Ben artık değişiyorum. Çelik bile yıllar önce bir şarkısında demişti "Artık devir değişti, e tabi Çelik de değişti" diye. Bundan sonra beni de böyle kabul edin. Günümüzün Samsa'sıyım ben!

"Gregor Samsa, bir sabah sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini dev bir böceğe dönüşmüş buldu."

25 Ağustos 2010 Çarşamba

A Fine Frenzy

İlk olarak How I Met Your Mother'ın 5. sezonunun "Doppelgangers" isimli son bölümünün sonunda dikkatimi çekmişti. Dedim ki "Ben bu şarkıyı bulmalıyım". Bazen sizi ilk dinleyişte kendine çeken, etkileyen şarkılar vardır ya, bu da bunlardan birisiydi. Bana Tori Amos'u -ki kendisi en sevdiğim sanatçıdır- anımsattı. Ekşi Sözlük'te bulabileceğimi düşündüm. Velhasıl Himym başlığında A Fine Frenzy'nin Lifesize isimli şarkısı olduğunu öğrendim.

Grubun ismi çok hoşuma gitti. A Fine Frenzy. Frenzy; çılgınlık, kendinden geçme, çok sevinme anlamlarına gelir. Sonradan öğrendim ki bu isim Shakespeare'in, "A Midsummer Night's Dream eserinden geliyormuş: the poet's eye, in a fine frenzy rolling, doth glance from heaven to earth, from earth to heaven.

Grup hakkında google'dan araştırma yaptığımda -zaten 30 sn'de istediğiniz her bilgiye ulaşıyorsunuz- aslında bir grup olmadığını Alison Sudol isminde genç bir hanım kızımızın sahne ismi olduğunu öğrendim. 2007'de ilk albümü One Cell In The Sea çıkmış. Albümü indirip dinlemeye başladım. Beklediğim ve istediğim gibi bir albümdü. Yumuşak tınılı, piyano ezgileri ağırlıklı bir albüm. İlk çıkış parçası Almost Lover, Twilight filminin de müzikleri arasındaymış. İsmini ilk duyunca aklıma James Blunt'un Goodbye My Lover şarkısı gelmedi değil. Şarkı ve sözleri çok hoş. Acı veren bir ayrılıktan sonra dinlenilmesini pek tavsiye etmem.
I should've known you'd bring me heartache
almost lovers always do
I never want to see you unhappy
I thought you'd want the same for me
I'm trying not to think about you
can't you just let me be?


A Fine Frenzy'nin 2. albümü Bomb In A Birdcage de Ağustos 2009'da çıkmış. İlk albümü gibi tüm şarkıları atlanmadan dinlenilebilecek bir albüm. Bu albümden de Blow Away, Happier ve Electric Twist şarkılarına klip çekilmiş.

Alison Sudol, esinlendiği sanatçılar ve gruplar arasında Elton John, Ella Fitzgerald, Radiohead ve Björk gibi isimleri gösteriyor. Umuyorum esinlendiği şarkıcılar gibi müzik hayatındaki başarısı devam eder.

Favori şarkım: Rangers

Türk'üm, Doğruyum, Çalışkanım, Kendime Has Bir Yaşam Tarzım Var!

Yeryüzünde yer alan hiçbir canlı birbirine benzemez, hele ki insanlar birbirinden oldukça farklıdır. Hatta ilkokulda sınıfın en bilgiç -muhtemelen gözlüklü- öğrencisinden öğrendiğimiz kadarıyla bütün insanların parmak izleri bile farklıymış. Lise yıllarında bu öğrenci yine gelir bu kez de dil izlerinin farklı olduğunu söyler, haklı olma payı vardır, en son yaptığım deney pamukta fasulye yetiştirmek olduğundan bu konuda araştırma yapıp insanlığa katkıda bulunamadım, affola.

Ama hiç mi ortak özelliğimiz yok acaba? Eğer yazının bir yerinde böyle bir soru varsa devamında yanıtı da vardır, aklınızda bulunsun. Gözleri tavana dikip kafa patlatmaya gerek yok az sonra engin bilgi birikimimle sizleri aydınlatacağım.
Merak etmeyin konumuz çalıştığınız yerden olacak: Türkler. Kendimize has öyle acayip özelliklerimiz var ki hepsini burada anlatmaya kalksam ne tavuk tüyüm ne de mürekkebim yeter. Ama misal şuradan başlayabiliriz: Buğulu camlara yazı yazmak. Şimdi kimse kimseyi kandırmaya çalışıp ben hiç yapmadım demesin, 24 saat cebinizde kağıt kalemle mi dolaşmaktasınız? İnanılmaz hoş bir şeydir değil mi? Otobüs camına, yemek buharı yapışan mutfak camına, kış aylarında ise bütün camlara karşı en vandal yönümüzü gösteririz. Azıcık birine meyletmişsek içinde baş harfler olan bir de kalp çizeriz sonra da o başharfleri bir de gelin arabasının arkasında görmeyi hayal ederiz.

Söz yazı yazmaktan açılmışken dünyanın başka hiçbir yerinde defter amaçlı kullanılmayan bir kapıdan söz etmek istiyorum. En ilkel topluluklar bile ceylan derisi, parşömen, kil tablet yahut bildiğimiz sıvasız mağara duvarlarını kullanmışlardır ama kimsenin aklına WC kapısına yazı yazmak gelmemiştir bizim dışımızda. Ciddi ciddi birkaç nesil bu yazıları okuyarak büyüdü, o çocukların gelecekteki ruh hallerini düşünebiliyor musunuz? Tabi ben oldum olası o yazıları yazanların da ruh hallerini merak etmişimdir. a) Yalnız, b) Entellektüel, c) Sapık, d) Hepsi, e) Hiçbiri. Yanıtı size kalmış.

Gelelim ülkemize gelen turistlerle olan münasebetimize. Turistlere başka bir evrenden gelmiş beş gözlü iri kulaklı yeşil yaratıklarmışçasına davranan başka milletler de var mıdır acaba? Ne olur var olsun! Özellikle toplu taşıma araçlarında bir turist gaflette bulunup ağzını açarsa, şoför dahil herkes bir anda kulak kesilir konuşmasına. Adam belki de eşinin kulağına aşk sözcükleri fısıldıyordur, nerede kaldı özel hayatın gizliliği hakkı. Biraz empati kurmak lazım değil mi ama? Bir de artık onlara 'Did you like Turkey?' diye sormayı bırakırsak hoş olur.

Kendimize has düğün merasimlerimizden de bahsetmezsem olmaz. Tabi öyle çok düğün salonu klişemiz var ki anlat anlat bitmez. ' Anne babalar, lütfen çocuklarımızı pistten alalım' diye bağıran amca, eline aldığı tefle düğüne gürültü dışında hiçbir katkıda bulunmadan para isteyen müzisyen, düğün bitene kadar göbek atıp düğün bitince bir anda feryat etmeye başlayan gelinin akrabaları, aynalı kolonlar, çocuklar tarafından talan edilen çelenkler, krem şantili tost ekmeği tadında pasta ve suyun içine kazara düşen limonla yapılmış limonata ve diğerleri...
Belgeseli çekilip prime-time' da gösterilse reyting rekorları kıracak olan dolmuş şoförleri...Bence onlar dünyadaki en nev-i şahsına münhasır meslek erbabı ve çok şükür yalnızca bizim ülkemizdeler. Onlar olmasa sabahın köründe arabesk müzik eşliğinde kim afyonumuzu patlatacak, kim bir ulaşım aracını dantellerle, cdlerle ve vecizelerle süsleyecek. Hatta onlar olmasa bize kim 'Öne arkaya doğru ilerleyelim ablacım', 'Amca boşlukları doldursana bi zahmet' diye direktifler verecek. Dolmuşa binmek yaşamak kadar ciddi bir iş...

Bunların dışında nelerimiz var:
Her cümlenin sonuna bitse de bitmese de üç nokta koymak,
Televizyon izlerken ' Şu adam nerede oynamıştı', ' Bu kızı hangi filmden gözüm ısırıyor' diye derin düşünceler dalmak,
Arabesk müzik dinlemek (bu konuda polemiğe girmek istemiyorum),
Çiğ köfte yaptıktan sonra kıvamını tavanda denemek,
Denizde deve güreşi yapmak,
Kış mevsiminde her gördüğümüz kardan adamı yıkmak istemek ve şaka mahiyetinde en yakın arkadaşımızı yüzüstü yatırıp onu karla boğmaya çalışmak ya da ensesinden içeri buz atmak,
Yeni dökülmüş betonlara sanki bizim sanat eserimizmişçesine adımızı yazmak,
Evde salça kalmamışsa bakkaldan önce komşuya gitmek,
Sınav esnasında 'Hocam isteğimiz sorudan başlayabilir miyiz?' diye sormak,

Tüm bunlar bizi anlatmaya yeter mi? Elbette yetmez ama şimdi gidip millet olarak en çok sevdiğimiz şeylerden birini yapacağım: pembe dizi izlemek.

İki Geri Bir İleri

Dün televizyonda Türkiye'nin en meşhur bestecisi ve piyanistini izledim. Program tekrar olduğu halde neredeyse sabahın 3'üne kadar bu programı takip ettim. Kendisinin ilginç! fikirlerini öğrenme imkanım oldu. Bu sayede bu müzisyenimizin ruh dünyasını nispeten anladığımı düşünüyorum.

Memleketi ötekiler tarafından idare edildiğinden dem vuran sayın müzisyenimiz, yakın zamanda başlattığı arabesk tartışmasıyla da gündeme oturmuş bulunuyor. Kendisinin ifadesiyle yılın yaklaşık 290 gününü ülke dışında geçiren piyanistimiz, bu sürekli hareket halinde olma durumunun -jet-lag gibi sebeplerden dolayı- kendisinde asabiyet yaptığını söylüyor. Burada bir niyet okuması yapalım hadi: Acaba bu yüzden kendisinin polemik oluşturan sözlerini masum mu karşılamalıyız? Ne de olsa o da bir beşer!

Evet, bir saate yakındır izlediğim programda gelmiş olduğum nokta kendisinin hatasıyla günahıyla bir beşer olduğudur. Beşer işte canım, bildiğiniz etten kemikten yapılmış ve hata yapma imtiyazına sahip insan. İşte bu yüzden kendi düşünce, davranış ve yaşantısının tek doğru olduğunu düşünme gafletine düşüyor.

Piyanistimiz bir bale gösterisinde başbakanın başını öne eğerek izlemediğini ve bunun "geri bir davranış" olduğunu söylediğinde pek de şaşırmadım açıkçası. Hayret ettiğim nokta bu düşünceye sahip insanların "yüksek kültür" içinde görülebilecek faaliyetlerin sevilmesi gerektiği konusunda hemfikir olmasıdır. Bu düşünceye sahip olan insanlar; belli bir birikime ulaşmış insanların baleden, klasik müzikten, oratoryodan hoşlanması gerektiği konusunda ortak bir kanaat sahibidir.

Galiba ben, bu “yüksek kültür” -müzisyenimizin kendi ifadesidir- seviyesine çıkamayacağım sanırım. Nihayetinde hiç bale gösterisi izlememiş birisi olarak bu ve benzeri "yüksek kültür" faaliyetlerinden haz etmek zorunda olmak bana oldukça kabul edilemez geliyor.

Pekâlâ, insanların sevdiği ve sevmediği şeyler olabilir. Burada klasik müziğe karşı arabeske övgü düzecek değilim. Ama artık lütfen bu düşünce biçimini değiştirelim. Kendi dünya görüşünün yegane doğru olduğunu düşünmek ve hayatını buna göre şekillendirmeyenlerin "geri" olduğu zannına sahip olmak ne büyük talihsizliktir. Nerde kaldı bizi zenginleştiren farklılıklarımız?

Sahi biz ne zaman adam olacağız? Ne zaman ileri gidelim desek geri gitmekten vazgeçemiyoruz. Böyle giderse “yüksek kültür” seviyesine ulaşacağımız da yok. Galiba bizim durumumuz hep böyle olacak: İki geri bir ileri!

24 Ağustos 2010 Salı

Was it not fate (whose name is also sorrow)


aaa

Uludağ ELT - Zaman Makinesi


2006 ÖSYM kılavuzuna bir göz atılır,
Herhangi bir sebeple tercih listesine Uludağ yazılır.
O malum yaz günü saat 10 olunca
Anladık ki mekan Bursa'dır dört yıl boyunca.
Eylül'ün 5'inde eğitim aşkıyla yollara düşülür
Kayıt sırasının başı Mediko'da sonu kütüphanede görünür.
Kimi anasını bırakmıştır kimi yarini
Hepimizi alacak kadar büyüktür eski Osmanlı başkenti.
İki defaya mahsus Ali Osman Sönmez'e gidilir
Tabir-i caizse muafiyet sınavı çok dandiktir.
200'den fazla eğitim neferi A'dan Z'ye dizilir
Ve meşhur Uni-Life için start verilir.
İnkılap, ÖMG, Yazılı Anlatım
ÖSS çileydi ama şimdi rahatım
Gramer, okuma, yazma, konuşma becerileri
Çanı yavaş yavaş çalmaya başlar birileri.
2007 baharında gördük ne imiş şenlik
O toy günlerde bir de staja gittik.
İkinci sene ile başladı vize, final kaygısı
E bir yanda Approach bir yanda Diledinim belası
Gelişim, ÖPD, Karşılaştrımalı bilmem ne
Ders notu için el açar olduk inek kimselere.
Üçüncü sınıfa denk geldi en uykusuz geceler
Kısa öykü kapıda Azrail gibi bekler.
Diledinim, Dilbilim ardından Edim bildik
Methodology'e rağmen Research Paper bitirdik.
Tüm bölümün içinde vardır Chomsky sevgisi
Görülmeye değerdi materyal sergisi.
CALL'umuzu kanadımızı kırdı bitmek bilmez sunumlar
En sevdiğim kitaptır Fareler ve İnsanlar.
Dördüncü sınıfta başladı staj savaşları,
Rahat staj aşkına terkettik arkadaşları.
Drama, Materyal Geliştirme ve de Çeviri
Figun Hoca olunca kim sevmez ki şiiri?
Okulun son dönemi olsa da Sınıfiçi Uygulamalar
Yaratıcılık bünyelerde acayip tavan yapar.
Dörtten bahsederken staj unutulur mu?
Aşk mektubu yazmak gibi özen ister staj raporu.
Daha dün çömdük, bugün artık mezunuz
Şen olasın Uludağ, seni çok seviyoruz.

Artık yüz yüze değil Face-to-face görüşüyoruz!

Mark Zuckerberg, nam-ı diğer Facebook' un babası, yıllar önce Film Gibi' de Sinan Çetin' in yapamadığını yaptı ve dünya üzerinde ne kadar ayrılık görmüş insan varsa hepsini biraraya getirdi. Peki kaç kişi bu kavuşmalara gerçekten sevindi?

Arkadaş listeme yeni bir kişi eklemeden bir günüm bile geçmiyor artık sayın seyirciler. İlkokul arkadaşlarımdan ve gazozuna maç yaptığımız aşağı mahallenin çocuklarından geçtim dolmuşta 'Bi Bayrampaşa uzatır mısın' diyen abladan annemin zaman zaman nevresim, çarşaf aldığı bohçacıya kadar zamanın bir yerinde göz göze geldiğim herkes bana bir şekilde yeniden ulaşmış durumda. Uzun zamandır dinlemediğim bir şarkıya radyoda aniden rastlamak her zaman heyecanlandırmıştır beni, lakin doğru söylemek gerekirse, her bestenin kulaktaki tınısı aynı değildir, değil mi ama?

Arkadaş sayım her geçen gün artıyor, sonra ne mi oluyor, hemen deyivereyim. İlk birkaç gün karşılıklı beğenişmeler, 'Hiç değişmemişsin, hala aynısın' gibisinden fotoğraf altı yorumları ile en son mavi önlük üstüne beyaz yakalık takarken bıraktığın insanla hala aynı suluktan su içebiliriz diye düşünmeye başlıyorsun ama sonra onlar yalnızca ana sayfada haberler kısmında işlediği Facebook amellerini okuyabildiğin kimseler oluyorlar. Yıllar önce kaybettim sandığın yıldız bir anda parlıyor ama ne yazık ki alevi pek uzun sürmüyor.

Arada cidden hala seni önemseyenler oluyor elbette ama onlar da artık ya çok meşguller ya da eskiden isim şehir oynarken harcadığınız vakti size yeniden ayrımaktan bile acizler. Bu bir serzeniş değil kesinlikle yalnızca özlem. Yoksa ben de farkındayım; hiçbirimiz Yedi Uyurlar' dan biri değiliz. Biz farkına varmadan zaman değişirken biz de aynı kalamadık.

Satın aldığım hiçbir aleti bugüne kadar kullanım kılavuzuna bakarak kullanmadım ben, bundan dolayı Facebook' u da kullanım amacı dışında kullanıyorum. Son zamanlarda en çok vakit geçirdiğim kimler varsa, hani özlemeye bile fırsatım olmayan kimseler, Facebook' un etinden sütünden onlarla birlikte faydalanıyorum. Amacım yıllar sonra yeni bir sosyal paylaşım ağında o ismi aramamak. Ama bir taraftan da korkar oldum, çünkü her gün profiline baktığım dostumu bile sanal değil kanlı canlı görmeyeli tam 61 gün olmuş...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yeni Roller

Malumunuz bu sene üniversite bitti. Üniversiteyle beraber 16 yıllık öğrencilik hayatı da sona erdi. Peki sona eren sadece bunlar mı? Pek muhterem Uludağ Üniversitesi Öğrenci İşleri, sınavlar biter bitmez biletimi kesmiş. (Bu ara çok mu futbol haberi okuyorum acaba). Biletimi kesmekle kalmayıp gerekli yerlere hemen bildirmiş mezun olduğumu. Yaklaşık 1 ay önce sağ gözümdeki bir rahatsızlıktan ötürü özel hastaneye gittiğimde öğrendim bunu. "Okan Bey, sizin güvenceniz yok". Nasıl yani demedim çünkü böyle bir şey bekliyordum işin açıkçası. Halbuki daha ilişiğimi kesmemiştim ben. Kpss'ye hazırlanırken Anayasa dersinde böyle görmemiştik biz. Sosyal devleti böyle anlatmamışlardı bize.

Öğrenci olmadığım yüzüme ilk defa orada vuruldu. Ben artık güvencesiz ve işsiz bir insandım. Minibüse bindiğimde "Bir öğrenci alır mısın" şuradan diyemiyorum. Bir "tam" oldum artık. Annem de geçenlerde "Artık büyük kategorisine giriyorsun Okan, ona göre düşünmen ve davranman lazım" dedi. Büyük kategorisi! Öğrenci ve tam mefhumları gibi bir şey olsa gerek. 22 yaşına kadar bazen küçük bazen büyük oluyorduk duruma göre -işimize göre desek daha doğru olur- ama artık küçüklük mefhumunu kullanamayacağız sanırım.

8 gün sonra ise işsizlikten memura dönüşüp dönüşemeyeceğimiz belli olacak. Bakın yine iki mefhum! Hayat, birbirinin aksi mefhumlarla dolu. Ne demişler, her şey zıddı ile kaimdir. Zaten zıddı olmayan bir tek Allah(c.c) var. Biz de hayatımız boyunca bu zıtlıklar içinde yaşamaya çalışıyoruz. Ve her daim üstümüze bunlardan birisi yapışıyor. Sadece yapışsa iyi; toplum bizden o "rol"e uygun davranmamızı bekliyor. Bir süre sonra da "benlik"le "rol" yer değiştiriyor. Eğer bir topluluğun ferdiyseniz ve kurallara uyuyorsanız bir çok kuşkudan muaf tutulursunuz. Ama buna binaen "psikolojik tutsak" haline gelirsiniz. İnsanların bir yanılgısı da 'psikolojik tutsak haline gelince iyi muamele görürüz' düşüncesidir. Filhakika görülen iyi muamele değil, topluluğun verdiği oyuncaklardır.

Neyse efenim, konu dağıldı. Siz onu bunu bırakın da, ben üniversiteden ilişiğimi kesmeden öğrenci olduğumu zannederek minibüste "bir öğrenci" vermiştim. Caiz midir acep?

İşinize Gelirse!

Efendim sizlerle beraber olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Eksik olmayın, Allah eksikliğinizi yaşatmasın. Buradaki sizlerin kim olduğunu tahmin edebildiniz mi? Sizce benim kastettiğim “sizler” bu blogu okuyanlar mı yoksa bu blogda yazanlar mı? Cevap veriyorum: her ikisi de.

Bu blogda yazacaklarımızı önemseyenler olacaktır ve temennim odur ki onlar bizi takip edeceklerdir. Biz yazmasaydık bu sanal âlemde ne eksilirdi sorusuna nasıl bir cevap vermeli ki? Şunu iddia etmek kendini beğenmişlik olur: "Biz olmasaydık bu sanal âlem eksik kalırdı."

Hiç de eksik kalmazdı pekâlâ. Peki, o zaman niye burada, onca el-alemin karşısında bulunuyoruz diyeceksiniz. Valla her soruya illa bir cevap vermek zorunda olmamanın rahatlığını yaşayacağım bu soru karşısında.

Belki bizim artımız şu olur: samimiyet. Ha, derseniz ki samimiyet yazı yazmak için yeterli midir; orasını bilmem.

Artık gerisi size kalmış ne diyeyim; ya bizi okumayarak yok sayacaksınız ya da samimiyet başta olmak üzere bazı kayda değer hasletleri burada bulacağınız için okumak zahmetine katlanacaksınız.

İşinize gelirse!

Sen Bu Satırları Okurken...

Çocukken izlediğim bütün Yeşilçam filmlerinde genç kız ile genç adamdan biri mutlaka ''Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olucam...'' diye başlayan bir mektup yazardı ve daha sonra ayrılırlardı. Bu satırların ardından kavuşmalara pek şahit olmadım Gülen Gözler filminde evlenmek için bu yola başvuran ve dolaba saklanan Yaşar Usta'nın kızları hariç. O gün bugündür böyle bir mektup alırım ya da bu satırları yazmak zorunda kalırım diye çok korktum. Ama şükürler olsun ki beş dakika öncesine kadar bu cümleyle pek haşır neşir olmamıştım. Zaten doğru söylemek gerekirse hiç mektup almadım, ''Bu yazıyı on kişiye yollamazsan telef olursun, imza: bir dost '' tarzı mektuplar hariç. Ama nice mektuplar yazdım kah gönderilmiş kah sahibine gitmemiş...
Bu da onlardan biri mi? Bilemem, belki...
İlk mektubumu bizim mahalledeki Gönül ablaya yazmıştım, ilkokul ikiye gittiğim zamanlardı. Gönül abla üniversite öğrencisiydi ve iki kız arkadaşıyla birlikte bizim mahalleye gelmişti. Ona karşı hissettiklerim evcilik oynarken Emel'e karşı hissettiklerimin aynısıydı, bir oyun vardı aramızda yalnızca ikimizin oynadığı. Ben her akşam babam işten eve gelmeden önce kan ter içinde sokakta top oynardım o da tam o saatlerde okuldan eve gelirdi, hiç geç kalmazdı randevumuza. Bizim apartmanın önünde buluşurduk. Ben ona 'Kitaplarını biraz taşıyayım mı? ' mı derdim o da gülümser 'Bana bir makas verirsen neden olmasın' derdi. Düşünüyorum da bu yaşadığımız aşk değil de neydi? Sonra birinci sınıfta öğrendiğim fişlerden kalma cümlelerimle bir mektup yazdım ona, ne yazdığımı hatırlamıyorum ama 'Gönül bize gel, Gönül bana bak' gibi şeyler yazmışımdır muhtemelen. Bir akşam yine yolunu gözlemeye koyuldum apartmanın önünde, yazdığım mektup ise arka cebimde...Geldi her zamanki vakitte. Yüzüne baktım ve mektubu avucuna bıraktım. Normalde annemin 'Akın koş yemek hazır' sesini duymadan eve gitmeyen ben ardıma bakmadan evin yolunu tuttum. Ertesi gün ilk aşkımın evcilik oynama teklifime vereceği yanıt için yine sokaktaydım ve o göründü sokağın başında. O gün ilk defa elinde kitaplar yoktu, elini tuttuğu pis sakallı bir çocuk kitaplarını taşımaktaydı ve bu oyunda benim rolümü kapmıştı. Bütün tasolarımı bir anda Hasan'a kaptırmak gibi bir acı oturdu yüreğime, üzüldüm. Sonrası malum, ayrıldık. O taşındı mahalleden hem de mektubum için tek bir söz söylemeden.
Bir süre elim varmadı mektup yazmaya ta ki Lise 3'e kadar. Bütün sınıf ÖSS'ye vurulmuştu o yıl ben de en ön sıradaki Bilge'ye. Adı Bilge olduğu için değil cidden bilgili olduğu için en önde otururdu sınıfımızın Matmazel Curie'si. Herkesle iyi geçinirdi ama bana farklı bir alaka gösterdiği aşikardı, tabi sonradan öğrendim ki onun amacı yalnızca arkadaşlıktı. Hislerimden tam emin olup bir gece vakti mektup yazmaya koyuldum. Mektubun sonuna 'Ben sana mecburum 'şiirini de iliştirince kendi kendime 'İşte şimdi oldu!' dedim. Ertesi gün okula gittiğimde Bilge' de bir farklılık olduğunu sezdim. İlk defa tenefüste işçi problemleriyle değil de kendi problemleriyle uğraşmaktaydı. Sessizce camdan dışarıyı seyrediyordu, antilopa yaklaşan sinsi aslan edasıyla yanına vardım, mektup bu kez gömlek cebimde. 'Neyin var?' dedim. 'Hiç' dedi. Sonra başladı anlatmaya. Hoşlandığı çocuk ona artık çağrı atmıyormuş, mesajlarına yanıt vermiyormuş, acaba Bilge çok çirkin miymiş, ben onun çok yakın arkadaşıymışım, doğruyu söylemeliymişim, sebebi ne olabilirmiş. Önce sustum, sonra teselli ettim. Ona vermem gereken mektup değil teselliydi. Sonra zaman geçti, okul bitti, ayrıldık, farklı şehirlerde farklı üniversitelere yazıldık.

Ve bundan yıllar sonra sen çıktın karşıma. Hani duraktan yalnızca saatte bir defa geçen otobüsü koşa koşa yakalamak ya da ne bileyim her dönem bir puanla kaçan takdir belgesini bu kez kaçırmamak gibi bir şeydi bu. Anlatması zor yaşaması paha biçilemez. Tabi seni bulmanın hoşluğunun yanı sıra seni daha önceleri görmemenin boşluğu oldu içimde hep. Yüz kişiye sorsak 'Üniversitede son sınıfta yapılmaması gereken beş şey nedir?' diye ve beş popüler cevap arasak, en popüleri sanırım aşık olmaktır. Gönül abla için nasıl erken davrandıysam sana da geç kalmıştım ve bu sebeple bu satırları sana şimdi yazdım, yani okul bitip ayrıldığımızdan iki ay sonra. Bir mektup daha yazdım ama bu kez vermemek üzere. Yanıtın ne olurdu bilemem, ama artık pek de önemi yok. Bu satırlar aşkla geçen hayatıma birkaç çentik sadece. Sen orada evindesin ben İstanbul' da sana hasret bir gecede ve bu mektubumda 'Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olucam' demeyeceğim yine, çünkü zaten çok uzaktayız ve sen bunları hiç okumayacaksın.

22 Ağustos 2010 Pazar

Geri Dönüş ve Biz Böyleyiz

Çok oldu düzyazı yazmayalı. Yazın hayatıma düzyazıyla başlamama rağmen şiir yazmaya başladıktan sonra önce düzyazılarım azaldı, sonra da bitti. Bunun nedenini pek anlayamıyorum. Şiir daha mı kolaydı yoksa çok mu kabiliyetliydim şiire? Yoo, ikisi de değil.

Düzyazı, şiirden daha zor diyen büyük bir kesim var. İşin açıkçası ben o kesimde değilim. Ne bileyim, deneme yazarken yaptığın şey, düşüncelerini, aklından geçenleri, onlara bir çekidüzen vererek yanyana dizmek. Biraz da diline dikkat edeceksin. Yazının kıymet-i harbiyesinin olup olmaması ise ayrı bir şey. Şiir, daha zor gelir bana. Ama günümüzde maalesef birkaç cümle yazıp "Aa, şimdi kelimeleri alt alta yaz, şiir olsun" diye düşünen bir güruh da var. Umuyorum böyle düşünen insanlardan olmayacağız. Demek ki düzyazı yazmamamın sebebi bu değil. Çok kabiliyetli bir insan da değilim şiire. Kendi şiirlerimi bile zor beğenirim. Lakin şiir bambaşka bir şey. İçine aldığı anda insanı, bırakmıyor artık. Nasıl olduğunu anlayamıyorsun. Evet, şiiri çok sevdim ben. Bir süre sonra aklımdan geçen her düşünceyi, cümleyi şiir gibi hayal ediyordum. Bu süre içinde düzyazı için bilgisayar başına oturduğum çok oldu. Ama birkaç saat içinde o düşüncelerle bir şiir çıkıyordu. Cümleleri yanyana değil, alt alta düşünür oldum. Bu bir hastalık sanırım. Literatürde ismi var mıdır bilemem ama sanırım ben bu hastalığa yakalanmıştım. Bu hastalıktan kurtulmak istemiyorum ama bir şekilde düzyazıya da dönmem gerektiğini biliyorum.

Yaklaşık bir ay önce sevgili abimle -ki kendisi bu blogdaki Kağan Aksoy olur- konuşurken ortaya çıktı bu blog projesi. Toplu olsa daha güzel, daha renkli olur diye düşündük. Akın'ı ve Hasan'ı da alarak böyle bir işe giriştik. Tabi bir de isim gerekliydi. Ahmet Turan Alkan'ın "Biz Böyle Güzeliz" isimli kitabından esinlendiğimizi itiraf etmeliyiz. Bu kitap ismini ben çok severim. Bir çok şey anlatır bana. Alt başlığımız ise biraz iddialı gibi gözükebilir: işinize gelirse. Lakin bunun bir iddiadan daha çok gerçekçi bir başlık olduğunu düşünüyoruz. İşinize gelirse, severseniz bu blogu takip edersiniz, işinize gelmezse de okumazsanız.

Evet, biz böyleyiz, böyle güzeliz, böyle iyiyiz, böyle insanız.

Ve biz böyle yazarız...